2 Ocak 2010 Cumartesi

Mevlana Celaleddin Anadolu’ya Süleyman Paşa’dan Önce Gelmişti

‘‘İnsanlar, madde ve mana kavramları bakımında çeşit çeşittir. Yaşaması ile ölmesi, yani var oluşuyla yok oluşu arasında fark bulunmaz… İnsan vardır: Yaşarken dikkati çekmez, ilgi toplamaz; ancak öbür âleme göç ettikten sonra değeri anlaşılır, hizmetleri görülüp takdir olunur. Dolayısıyla her fırsatta anılır… Mevlana Celaleddin ise, yaşarken ve fenaya vardıktan sonra da saygı görmüş; gönüllerde yaşamanın, her vesile ile anılmanın mutluluğuna ermiş büyük insanlardan birisidir. Geçen 17 Aralık 1978 de ölümünün 705. yıldönümünü idrak ettiğimiz Mevlana, 1207 yılında Belh şehrinde doğdu ve 1273’te Konya’da hayata gözlerini kapadı… Mezarı, kendi deyişiyle, yerde değil, ariflerin kalplerindedir. Mevleviler ile onu sevenler, Mevlana’nın maddi hayattan ayrıldığı geceye ‘Şeb-i Arus’ (gelin- düğün dernek- vuslat gecesi ) derler. İslam- Türk fikir ve düşüncesinin ilk temsilcilerinden sayılan büyük sofinin kendisi de bunu ‘Öldüğüm gün düğünüm var. Koşun, sazlar çalın, çağırın. Bu yanda gerçek ölümdür; ama o yanda, gerçek doğumdur, dünyaya geliştir’ tarzında ifade etmiştir… Konya’da, hatta Avrupa ve Amerika’da her yıl, Aralık ayının 11- 17. günleri arasında ‘anma törenleri’ yapılarak, Mevlana’nın büyük hatırası tazelenmektedir. 1969’da yapılan ihtifale, onun doğmuş bulunduğu Belh’ten de on kişilik bir Afgan heyeti katılmıştı. Bu kadirbilirlik, memleketimizde büyük bir takdirle karşılanmıştı.’’[1]


‘‘Mevlana, Selçuklulardan bu yana, manevi varlığımızın ve tasavvuf dünyamızın piri ve sultanı sayılır. Maddenin yükselttiği çokça kâşanelerin yıkılışına karşı, onun kurduğu mana sarayı bugün de ayaktadır… Mevlana, Alparslan’ın Anadolu kapılarını Türklere açan 1071 askeri fethini manevi bir zaferle taçlayıp güçlendirmiş, Anadolu’yu gönül ve takva yoluyla fethetmiştir. O, Rumeli Fatihi Süleyman Paşa’dan yüzyıl önce Anadolu topraklarına seccadesini sermiş bir manevi kumandandır… İran’ın büyük bilgini Cami’nin dediği gibi, Mevlana, gerçi peygamber değil ama kitabı var. Yani mesnevisi (ve diğer eserleri) ile kitapsız bir peygamber ululuğuna erişmiş bulunuyor.’’[2]


‘‘Ömrü boyunca Mevlana, ilim ve tasavvuf ile uğraşmış ve bu alanda dünya çapında bir şöhret kazanmıştır. Türk tasavvuf Tarihinin altın sayfalarında yer almış bulunan bu seçkin sima, bu din ve bilim insanı bizim için her zaman bir övünme vesilesi, çalışma örneğidir.’’ [3]


‘‘Mevlana’nın gönül ehlince ‘Âşıkların Kabesi’ sayılan Konya’daki türbesi ‘Yeşil Türbe’ –ki kapısında bu ibare Farsça olarak yazılıdır- yalnız ölüm yıldönümlerinde değil, yılın her mevsiminde ve özellikle turizm aylarında binlerce yerli ve yabancı tarafından ziyaret edilmektedir.’’ [4]


‘‘Konya’ya ve hatta Anadolu’muza başka çekicilik ve manevi değer kazandıran Mevlana, Belh yerlisi olup, Hatibi lakabıyla tanına Hüseyin Hatibi oğlu Muhammet Bahaeddin Veled’in oğludur. Soyunun baba tarafından İslam’ın 1. Halifesi Hz. Ebubekir’e dayandığını ve Mevlana’nın Halife’nin 2. kuşaktan torunu olduğunu kitaplar yazar. Mevlana’nın anası tarafından Hz. Peygamber’in soyundan geldiği de rivayet edilmiştir ve delil olarak büyük dedesi Ahmet Hatibi’nin; Hz. Peygamber’e yakınlığı bilinen Abdullah Serhasi’nin kızı Firdevs Hatun ile evlenmiş olması ve dedesi Hüseyin Hatibi’nin bu evlilikten dünyaya gelmiş bulunması hali ileri sürülmüştür. Gene, büyük dedelerinden Mutahhar Belh’inin, tanınmış İslam zahitlerinden İbrahim Ethem ile yakınlığı var… Bütün bunlar bu Türk ailesine ayrı bir asalet vermiştir.’’ [5]


‘‘Bahaeddin Veled, Moğol akını üzerine, ailesiyle birlikte, 1212’de Belh’i terk etmek durumunda kalmıştır. Bunu Sultan Veled şöyle anlatmış: ‘O ebedi sultanın gönlü Belh ahalisinden kırılınca, Tanrı tarafından şöyle hitap geldi: ‘Ey kutupların şehinşahı! Mademki seni incittiler, tertemiz yüreğini kederlendirdiler, bu düşmanların arasından çık. Çünkü ben, onlara azap ve bela göndereceğim…’ Bahaeddin, önce Bağdat’a gitmiş, oradan Mekke’ye, Medine’ye Kudüs’e ve Şam’a uğramış. Sonunda, o zamanlar Diyar-ı Rum denilen Anadolu’ya gelerek Larende (Karaman) da yerleşmiştir. Rumi lakabı, Mevlana’ya buradan gelmiştir. Mevlana ise, efendimiz, büyüğümüz anlamına gelir.’’ [6]


‘‘Bahaeddin Veled, ilim ve irfan sahibi bir insan idi. Kendisine bundan dolayı ‘Bilginler Sultanı’ derlerdi… Karaman’da yerleşen bu temiz soylu Türk bilgini, merkezi Konya olan Selçuklular Devletinin sultanı Alâeddin Keykubat’tan ilgi ve yardın gördü. Bilginlerin, mutasavvıfların sohbetlerinden ve dostluklarından zevk alan ve fikirlerine büyük önem veren Sultan gelip Konya’da oturmasını Bahaeddin Veled2e teklif eder. Aile, bunun üzerine gelip Konya’ya yerleşir (1228/29).’’ [7]


‘‘Mevlana, eserlerini Farsça yazmıştır. Fakat aslı Türk’tür. Türkçe bildiğinden de şüphe edilemez. Türkçe şiirleri var. Türk olduğunu kendisi Mesnevi’sinde şöyle ifade etmiştir: ‘Beni yabancı sanmayınız. Ben bu mahalledenim. Sizin mahallenizde evimi arıyorum. Her ne kadar düşman gibi görünüyorsam da düşman değilim. Her ne kadar Hintçe söylüyorsam da aslım Türk’tür’… Bu ‘Hintçe söylüyorum’ u Farsça söylüyorum şeklinde tefsir etmek yanlıştır. Buradaki ‘Hintçe’ den maksadı, ‘anlaşılması güç gibi görünen şeyler söylüyorum’ ifade etmektedir. Esasen Farsçaya ‘Hindi’ denildiği hiçbir yerde görülmemiştir. Mevlana’nın Türkçe bildiği bir gerçektir. Ama kitaplarını Farsça yazmıştır… Büyük şairlerimizden Fuzuli, Nef’i, Şeyh Galip de Farsça divanlar tertiplemişler, Farsça şiirler ve kasideler söylemişlerdir. Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim’in de Farsça divanı var (Profesör Ali Nihat Tarlan tarafından Türkçeye çevrilmiştir). Mevlana’nın ‘aslım Türk’tür’ sözleri ile ‘Benim dediklerimi siz karanlık ve karışık görüyorsunuz ama öyle değil; benim aslım aydınlıktır. Ben açık söylerim’ demek istediği de ileri sürülmüştür.’’ [8]


‘‘Farsça yazdı diye İran, Mevlana’ya sahip çıkmış ve onu edebiyat tarihine almıştır. Bu, olsa olsa, sayın hocam Profesör Meliha Anbarcıoğlu’nun dedikleri gibi, dünya ölçüsünde bir ün kazanmış bulunan Mevlana’nın milliyet sınırını aşmış bir insan olarak, bütün manevi âleme mal olmuş bulunmasına bağlanabilir.’’ [9]


‘‘Bilgin ailenin Konya’da oturmaya başlamasından sonra şehirde din, tasavvuf ve kültür hareketleri giderek hız ve canlılık kazanır. Sultan Alâeddin lalası Bedreddin Gühertaş vasıtasıyla bir medrese yaptırarak Bahaeddin Veled’in ilmi çalışmalarına tahsis eder. Konya artık, ilim hevesli gençlerin ve hatta yaşlılarının akın akın geldiği bir bilim merkezi durumundadır…’’ [10]


‘‘Bahaeddin Veled, 1231 yılı Ocak ayının 12’sinde vefat etti… Oğlu Mevlana, babasının kültür mirasının değerini bildi ve o hazineye sahip çıktı. Babasının bıraktığı ilmi boşluğu doldurmaya çalıştı ve başardı. Şimdi o bir yandan medresede halkı aydınlatıyor, bir yandan da ilim dersleri veriyordu…’’ [11]


‘‘Yedi yüzyıldan beri Mevlana, Türk- İslam dünyasına ışık saçmış bir mürşittir. Filozof değildir; sadece şair saymak ise, günahtır, yanlıştır. O, bütün varlığı ile ‘Sofi’dir… Eserlerini ilham, nakil sistemi ve örgüsü içinde meydana getirmiştir; raksa ve musikiye önem vermiştir. Çünkü mananın harflere, söze, ölçüye ve kafiyeye bağlanması gereğine inanmakta idi.’’ [12]


‘‘Mevlevilik tarikatını Mevlana kurmamıştır. Allah’a manevi aşk ile varmak için bir yol sayılan bu dini sistem, daha sonra oğlu sultan Veled tarafından kurulmuştur. Bu kelimenin ‘tevella’ (birine yanaşma, dostluk ve birlik kurma, akrabalık) dan geldiğini söyleyenler olduğu gibi; tarikatın, adını Mevlana’dan almış olmakla beraber, Sofiyye mesleklerinden olan Melamilik’in tesirinde kaldığını iddia edenler de bulunmuştur.’’ [13]


‘‘Selçukluların son yıllarından süzülerek Osmanlılar arasında yayılan Mevlevilik, aynı zamanda sultanlığın medeniyetinden ve kültüründen birçok şeyler getirmiştir. Bu arada giyim- kuşamdan, sanattan ve edebiyattan da söz edilebilir. Türk fikir, edebiyat ve sanat âleminin büyük simaları arasında Mevlevi olanlar çok görülmüştür. Mevlevi dergâhları, her zaman için bilginlerin, aydınların ve zariflerin ocağı durumunda olagelmiştir… Mevleviler sıkı bir disipline bağlıdırlar. Bundan dolayıdır ki bu tarikat, daima sevilen ve itibar gören bir ocak olmuştur. Ancak, bu geniş çevreli ocağın odak noktası, şüphesiz gene Mevlana’nın kendisi olmuştur…’’ [14]


‘‘Büyük Mevlana’yı anlayabilmek için, ondan birer parça sayılan eserlerini (Mesnevi, Divan-ı Kebir, Fihi Mafih, Mektubat, Mecalis-i Seba vs. )yi okumak ve dilini, ruhunu bilmek, anlamak gerekir. İnsanları her kusurlarına ve din ayrılığına rağmen kucaklayabilecek kadar müsamahalı ve şefkatli olan büyük Sofi’ye tefekküründeki birleştirici güç ve sanatındaki engin anlayış havası içinde, 13. yüzyılda olduğu kadar, bugünün Anadolu’sunu da dünyaya tanıtma çabası ve başarısı dolayısıyla minnet borcumuz vardır… Zamanımızın baş döndürücü ve gaye- netice bakımından yıkıcı diyebileceğimiz teknik ilerlemesi içinde de insanlık O’nun yüceliğinde ve ruh yumuşaklığında, aradığı huzura kavuşabilir, diye düşünmekteyiz. İnsanlar arasında din mezhep farkını Mevlana, sevmek ve kaynaşmak için engel tanımamıştır.’’ [15]


‘‘Her canlı, fanidir. Mutlaka bir gün ölümü tadacaktır. Mevlana da bu değişmez kaydın dışında kalacak değildi. Çünkü o da can taşıyordu, insan idi… 1273 yılı Kasım ayı başlarında rahatsızlandı. ‘Hummadır’ dediler… Rengi solmuş, nabız atışları yavaşlamıştı. Devamlı riyazetten dolayı zayıflamıştı da. Hastalık kırk gün kadar sürdü… Selçuklu sarayının iki gözde doktoru, Ekmelüddin ve Gazanferi tedavisi ile meşgul idiler. 16 Aralık cumartesi günü kendine biraz gelir gibi olmuştu. Ama bu da geçici imiş! Ve Pazar günü Mevlana bu dünyadan göç etti…’’ [16]

____________________________

1- Cizre Abdullah, ‘‘Mevlana Celaleddin Anadolu’ya Süleyman Paşa’dan Önce Gelmişti’’, Tarih Edebiyat Mecmuası, Ocak, 1979, s. 20- 26.
2- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
3- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
4- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
5- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
6- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
7- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
8- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
9- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
10- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
11- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
12- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
13- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
14- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
15- Cizre Abdullah, s. 20- 26.
16- Cizre Abdullah, s. 20- 26.

Hiç yorum yok: